NEŞİDE ŞAHİN
2025 yılının son aylarını yaşarken, meteoroloji raporları ve baraj doluluk oranları aynı gerçeği yüksek sesle söylüyor: Kuraklık artık uzak bir ihtimal değil, kapımızın eşiğinde. Uzmanlar, 2026 yılında Türkiye’nin birçok bölgesinde zorunlu su kısıtlamalarına gidileceğini öngörüyor. Bu, sadece bir çevre haberi değil; hayatımızın en temel kaynağı olan suyun yeniden tanımlanacağı bir döneme girişin habercisi…
İklim değişikliği uzun süredir konuşuluyor ama ne yazık ki çoğu zaman gündelik hayatın telaşında bu konuşmalar soyut kalıyor. Oysa artık tablo net: Küresel ısınma Akdeniz havzasını, özellikle de Türkiye’yi “yarı kurak iklime geçiş” sürecine soktu. Son beş yılda Türkiye’nin birçok kentinde ortalama yağış miktarları yüzde 30’un üzerinde azaldı. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerin barajları her yıl alarm veriyor. Bazı bölgelerde yeraltı su seviyeleri son yirmi yılın en düşük noktasına indi. Yani sorun sadece “yağmur az yağdı” meselesi değil; toprağın, havzanın, sistemin kuruması söz konusu.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın son senaryo raporuna göre, 2026 yazına gelindiğinde birçok ilde zorunlu su kesintileri gündeme gelecek. Bu kısıtlamalar, özellikle tarımsal sulama ve endüstriyel üretim alanlarında ciddi etkilere yol açabilir. Kentsel ölçekte ise, suyun belli saatlerde verilmesi, park ve bahçe sulamalarının yasaklanması, araba yıkama gibi faaliyetlere sınırlama getirilmesi bekleniyor. Belki de artık musluğu açtığımızda suyun akması, bir “hak” olmaktan çok bir “ayrıcalık” haline gelecek.
Türkiye, sanıldığı kadar “su fakiri” bir ülke değil; ama hızla o yöne gidiyor. Kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı şu anda yıllık yaklaşık 1.200 metreküp civarında. 2030’a kadar bu miktarın 1.000 metreküpün altına inmesi bekleniyor. Bu da Türkiye’yi “su fakiri ülkeler” kategorisine sokuyor. Ancak en büyük sorun, var olan suyun nasıl kullanıldığı. Tarımda vahşi sulama hâlâ yaygın; şehirlerdeki altyapı kayıpları yüzde 40’lara kadar çıkıyor. Yani her 10 damlanın dördü, musluğa ulaşmadan kayboluyor. Kısacası, doğa kadar biz de suyun azalmasına neden oluyoruz.
Dünyanın birçok metropolü bu süreci bizden önce yaşadı. Cape Town, 2018’de “Day Zero” (Sıfır Günü) ilan ederek tarihe geçti. Şehirde musluklardan su akmadı, insanlar askeri noktalardan su bidonlarıyla ihtiyaçlarını karşıladı. Benzer bir tabloyu 2026’da İstanbul, Konya veya Mersin’de görmek kimseyi şaşırtmamalı. Bu noktada kent yönetimleri için “su yönetimi” artık bir tercih değil, bir zorunluluk. Akıllı sayaç sistemleri, gri su geri dönüşümü, yağmur hasadı uygulamaları ve sızıntı azaltma teknolojileri yaygınlaştırılmazsa, sadece birkaç yıl içinde şehirlerimiz susuzluktan boğulabilir.
Elbette sorumluluk yalnızca devletin ya da belediyelerin değil. Her bireyin su tüketim alışkanlığını değiştirmesi gerekiyor. Bir duşta harcanan su miktarını 10 litreden 6 litreye düşürmek, diş fırçalarken musluğu kapatmak, bulaşıkları makinede tam dolmadan yıkamamak küçük gibi görünse de toplandığında dev bir fark yaratıyor. Su tasarrufu, artık sadece “çevrecilik” değil, hayatta kalma bilinci haline gelmeli.
Petrol yüzyıllardır savaşlara neden oldu; ancak 21. yüzyılın sonuna doğru savaşların su yüzünden çıkacağı öngörüsü artık bilim kurgu değil, gerçekçi bir uyarı. Ortadoğu’da, Orta Asya’da, hatta Avrupa’da sınır aşan sular üzerinde ciddi diplomatik gerilimler yaşanıyor. Türkiye’nin de Fırat, Dicle ve Meriç gibi stratejik nehirler üzerinde komşularıyla olan ilişkileri, bu kuraklık sürecinde daha da hassas hale gelebilir.
Evet, kuraklık kapıda! Ama bu, umutsuzluk değil, uyanış çağrısı olarak görülmeli. Su kıtlığıyla mücadele etmek, sadece musluğu kısmak değil; tarım politikalarından şehir planlamasına kadar her alanı yeniden düşünmek demek. Henüz geç değil, ama zaman daralıyor. 2026’ya hazırlanmak için bugünden adım atmazsak, bir sabah musluğu açtığımızda “su yok” uyarısı, bir haber başlığı değil, günlük bir gerçeklik haline gelebilir.